Dün 6 şubat depremleri veya Kahramanmaraş depremi diye anılan ve en büyük yıkımı Hatay’da yapan depremlerin yıl dönümüydü. Çok acı kayıplar yaşandı, ağır yaralar açıldı. Allah bir daha göstermesin. Ancak görünüm kötü. Bu bir yıl içerisinde yaraların sarılmasında başarılı olunduğu da söylenemez. Gerek bol sayıdaki fay hatlarına iklim krizinin getirdiklerinin de eklenmesi ile birlikte afetlere açık halde bulunan ülkemizde gerekli derslerin alındığını söylemek de mümkün değil. Zaten 1999 depreminden gerekli dersler alınsaydı 6 Şubatta bu kadar kayıp ve yıkım olmazdı. Üstelik merkezi yönetim – yerel yönetim ilişkilerinin, kentsel dönüşüm konusunun yerel seçimlerde siyasi malzeme haline gelmesi de üzücü. Kısacası, maalesef, bu konularda iyimser ve umutlu olduğumu pek söyleyemeyeceğim. 

Afetler de, ister doğal ister insan kaynaklı olsun aynı zamanda hukukun konusuna giren bir olgudur. Çünkü afetler devlete, önleme, önleyici veya etkisini /zararını azaltıcı tedbirler alma ödevlerinin yanı sıra afet sonrasında da hasarı azaltma, etkilerini giderme, büyümesini önleme, etkilenenleri yeniden normal yaşama kavuşturma vb. pek çok ödevler yükler. Bu ödevler, zaman zaman bazen tazmin yükümlülüğü doğurur bazen de ilgililerin ve yetkililerin sorumluluğunu getirir. Tazmin yükümlülüğünün yerine getirilmemesi kadar hasarın oluşumunda veya büyümesinde kusuru olanların sorumluluğu cihetine gidilmemesi, bir sonraki afet için devleti rehavete sokar. Örneğin afette, depremde yıkılan çürük binayı veya yanlış yere binayı yapan müteahhitten ziyade binanın projesini, yapımını kontrol etmeyen, göz yuman, o yapıyı uygun bulan ve o yapıda yaşamaya izin veren idare sorumludur. Kişilerin oturacakları yapıyı seçerken, müteahhit veya inşaat firmasından ziyade idareye güvenmesi gerekir. Kişiler arsası dere yatağında olup olmadığına bakmaksızın arsasına binasını dikmek ister. Ona bunu yaptırtmayacak olan, oradaki inşaata göz yummayacak olan idaredir. Ancak bu konuda zaafiyetleri bulunan idarecilerin sorumlu tutulmaması, sonraki idarecileri de rehavete sürükler, gerekli titizliği göstermekten alıkoyar. Afet mevzuatı, kısaca afet sırasında ve sonrasında kamu güvenliğinin sağlanması, afet sonuçlarının giderilmesi için alınacak tedbirler, kolluk faaliyetleri ve kamu hizmetlerine ilişkin düzenlemeler kadar kişilerin ödev ve haklarını da kapsamak durumundadır. Mali mevzuat açısından afet düzenlemelerine bakarsak karşımıza ilk çıkan kavram “mücbir sebep”tir. Mücbir sebep, “kişilerin kendi ellerinde olmayan sebeplerle ortaya çıkan ve önlenemez nitelikte bulunan ve yasal ödevlerin yerine getirilmesine engel olan haller” şeklinde kısaca ve ana hatlarıyla tanımlayabiliriz. 

Mücbir sebeplerle ilgili düzenleme esas itibariyle Vergi Usul Kanunu’nun 13’üncü maddesinde düzenlenmiş; “vergi ödevlerinin yerine getirilmesine engel olacak yangın, yer sarsıntısı ve su basması gibi afetler” mücbir sebep hali olarak düzenlenmiştir. Mücbir sebepler, vergi hukukunda beyan, ödeme, deftere kayıt ve defter tutma, belge düzenleme vb. yasal ödevler açısından sürelerin işlemediği, işlemesinin kendiliğinden durduğu bir durum olarak düzenlenmiştir. Vergi Usul Kanununda yer ve kısmen de afet hallerini ilgilendiren bir benzeri düzenleme de “zor durum” konusundaki düzenlemelerdir. 

Ancak temel düzenlemeler bu şekilde olmakla birlikte, başkaca düzenlemelerde de bu konuda hükümlere rastlamak mümkündür. Örneğin Gelir İdaresi Başkanlığının Kuruluşuna ilişkin 5345 sayılı Kanunun 27. maddesi, 5108 sayılı Kamu Mali Yönetimi Kontrol Kanunu ek 7. maddesi -afet hukuku ile ilgili olmasa da- mücbir sebep müessesesi ile yakından ilgilidir. Demek ki mevzuatta bir dağınıklık var. 

Bu düzenlemeler, önce vergi müesseseleri ile ilgilidir, sonra mükelleflerin ödevleri ile ilgilidir. Dolayısıyla afet hukuku yönü ile çok eksiktir. Çünkü konunun sadece vergi hukuku ve vergi ödevleri ile ilgili olarak ele alınması, bu eksikliğin başlıca sebebidir. Örneğin sosyal güvenlik hukuku, gümrük hukuku, kambiyo hukuku gibi benzeri alanlarda konuyu kavrayan temel düzenlemelere rastlamak mümkün değildir. En basitinden, ihraç yükümlülükleri, ihracat bedelinin getirilmesi, getirilen dövizlerin bozdurulması gibi açıkta kalmış konular her afet sonrası tebliğlerle yönlendirilmeye, afetzedelerin yükümlülükleri ek sürelerle karşılanmaya çalışılmaktadır.

Düzenlenmeyen bir temel konu ise afete maruz kalan kişilerin hakları konusudur. Örneğin mücbir sebeplerin dava açma sürelerine etkisi, vergi ödevi ile ilgili pişmanlık, uzlaşmaya başvurma, ceza indiriminden yararlanma gibi haklardan yararlanma sürelerine etkisi gibi konular boşluktadır. Yargı anlayışında da mücbir sebeplerin hakların kullanımı için öngörülen sürelere etkisinin olmadığı kabul edilmektedir (Örneğin mücbir sebep halinin uzlaşma müracaatında bulunma süresini etkilemeyeceğine ilişkin Danıştay 3. Dairesinin E. 2014/4788 K. 2015/510 sayı ve 5.2.2015 tarihli Kararını daha önce aktarmıştım).

"Afet hukuku düzenlemeleri mevzuat içerisinde dağınık olarak yer alıyor, lkelere dayanmıyor ve mükellefiyetlere yönelik düzenlemeler hakları görmezden geliyor."

Afetlerle mücadelede yetki konusu son derece önemlidir. Yetki konusu, Hatay depremi sonrasında enkazlara müdahalede, benim gözlemlediğim en önemli sorun olarak karşımıza çıkmıştır. Yetkinin olmayışı, beraberinde planlama sorununu da doğurmuştur. 

Mücbir sebep konusunda idareye tanınan yetkilerin de açık, net ve yoruma elverişli olmaması gerekmektedir. Zira Hatay depremi sırasında idari anlayışı ifade eden düzenlemelere bakıldığında, başarılı bir uygulama verildiğini söylemek mümkün değildir. Örneğin deprem kaynaklı mücbir sebep halinin sadece belli sektörleri etkilediği (yayıncıları etkileyen depremin kitapçıları etkilemediğinin kabulü gibi) veya salgın hastalığın sadece belli yaşın üzerindeki mükellefleri etkilediği kabulü ile yapılan düzenlemelerin yetki maddesi ile bağdaşırlığı doktrinde haklı bir tartışmaya yol açmıştır. Mali idarenin hazine menfaatini ve gelir endişesini kendince haklı sebeplerle ağırlıklı olarak öne çıkaran uygulamaları, bence, konunun sadece özü ile değil ayrıntıları ile de yasa koyucu tarafından düzenlenmesi ve mükellef haklarının yasal teminat ile sağlanmasını gerekli kılmaktadır. Köşemin sınırları itibariyle vergi hukukuna ilişkin düzenlemeler bazında konuyu açıklamaya çalışsam da ortaya çıkan sonuçları, afet hukukuna ilişkin düzenlemelerin pek çok mevzuat kümesi içerisinde dağınık olarak yer aldığı, ilkelere dayanmadığı, bir bütünlük arz etmediği ve düzenlemelerin ağırlıklı olarak mükellefiyetlere yönelik olduğu, hakların ise görmezden gelindiği, pek çok konunun yasa koyucu tarafından ele alınmayıp idarenin insaf ve düzenlemelerine bırakıldığı şeklinde özetleyebilirim. 

Yasa koyucunun afet hukukuna ilişkin temel düzenlemeleri, ayrıntılı olarak bir kanun içerisinde, yetkiler konusu ile birlikte afetzedelerin hak ve yükümlülüklerini de dikkate alarak bütünleştirmesi gerekmektedir.

Kaynak: ekonomim.com

Tüm sorularınız için bizimle iletişime geçebilirsiniz.